Yarattığı sosyal sorunlar göz ardı edilmemeli.
Dünya, tıpkı toplumlar gibi sürekli bir dönüşüm içinde. Ancak günümüzde bu değişim, hızını anlamakta zorlandığımız bir boyuta ulaştı. Bilimsel ve teknolojik ilerlemeler insanlık için büyük kolaylıklar sağlasa da, bu gelişmeler aynı zamanda bir güç illüzyonu yaratıyor. İnsan, doğa üzerindeki hakimiyetini mutlak sanarak, ekosistemin sınırlarını zorlayan bir “antropojenik” etki yaratıyor. Bu durum, kapitalist üretim ilişkilerinin merkezinde yer alan kâr ve büyüme odaklı anlayışın bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor.
Sanayileşme süreciyle birlikte artan fosil yakıt kullanımı, aşırı üretim ve tüketim, doğayı yalnızca bir kaynak deposu olarak gören anlayışı derinleştirmiştir. Bunun sonucu olarak ekolojik tahribat kaçınılmaz hale gelmiş, iklim krizinin etkileri hem fiziksel çevrede hem de toplumsal yapılarda somut biçimde gözlemlenir olmuştur. Aşırı sıcaklık artışları, seller, kuraklık, su taşkınları ve orman yangınları artık yalnızca çevresel birer olay değil, aynı zamanda toplumsal kırılganlık göstergeleridir.
Bu kriz, küresel ölçekte herkesi etkiliyor gibi görünse de, etkileri toplumsal eşitsizlikler ekseninde farklılaşmaktadır. Özellikle kırılgan gruplar — yoksullar, göçmenler, yaşlılar, engelliler ve ekonomik olarak dezavantajlı kesimler — iklim krizinin yükünü orantısız biçimde taşımaktadır. Zengin ülkelerin sanayi devriminden bu yana sürdürdükleri ekolojik sömürü, en ağır sonuçlarını bu gruplar üzerinde göstermektedir. Bu bağlamda iklim krizi, sadece çevresel bir tehdit değil; aynı zamanda çevresel adalet ve sosyal adalet meselesidir.
Somut bir örnek olarak İzmir’in Konak ilçesindeki Pazaryeri bölgesi, bu durumun kent ölçeğindeki yansımasına sahiptir. Bölge, hem iç hem de dış göçle şekillenmiş, sosyoekonomik açıdan dezavantajlı bir nüfusu barındırmaktadır. Kentsel altyapı eksiklikleri, erişilebilirlik sorunları ve mekânsal eşitsizlikler, yaşlı ve engelli bireylerin kent yaşamına katılımını sınırlandırmaktadır. Bu koşullar, bölgeyi bir tür “görünmez marj” haline getirmekte; olası kriz anlarında ilk unutulan, en az müdahale edilen yerlerden biri yapmaktadır.
Bununla birlikte, bu alanlarda ortaya çıkan yerel dayanışma ağları, önemli bir ekososyal direnç örneği sunmaktadır. Kırılgan grupların bir arada yaşaması, karşılıklı destek ve yardımlaşmayı güçlendirerek toplumsal bağların yeniden inşasına zemin hazırlamaktadır. Bu durum, ekososyal dayanışma kavramının pratikteki karşılığı olarak değerlendirilebilir.
Sonuç olarak, iklim krizine yalnızca çevresel bir sorun olarak değil, toplumsal bir yapı sorunu olarak yaklaşmak gerekmektedir. Sosyolojik açıdan, insanın doğayla kurduğu tahakküm ilişkisi, diğer insanlarla kurduğu ilişkilerin de bir yansımasıdır. Doğaya yönelik yabancılaşma, bireyler arası dayanışmanın da zayıflamasına yol açmıştır. Bu nedenle sürdürülebilir bir gelecek, yalnızca teknolojik çözümlerle değil; toplumsal eşitlik, adalet ve dayanışma ekseninde şekillenen kolektif bir dönüşümle mümkündür.
Nisanur Şeyda Özpolat
Sosyolog – İz- Afed Derneği gönüllüsü











YORUMLAR