Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Kategoriler
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir

Yavaş Şiddet: Görünmeyen Bir Kriz ve Yoksulların Taşıdığı Yük

Sosyolog Nisanur Şeyda Özpolat, Rob Nixon’ın “yavaş şiddet” kavramıyla iklim krizi ve kirliliğin görünmez krizini inceledi. En ağır bedeli yoksulların ödediğini vurguladı.

Sosyolog Nisanur Şeyda Özpolat, Rob Nixon’ın

Şiddet, çoğu zaman anlık ve gözle görülür bir olay olarak düşünülür: Patlamalar, savaşlar, çatışmalar… Oysa yıllar boyunca sessizce ilerleyen; kirlilik, zehirli atıklar, iklim değişikliği, su kaynaklarının kirlenmesi ve petrol sızıntıları gibi süreçler de birer şiddet biçimidir. Rob Nixon’ın kavramsallaştırdığı “yavaş şiddet” yavaş işlediği ve görünmez olduğu için toplum ve medya tarafından kolayca görmezden gelinebilir.

Ancak bu yıl Türkiye’de daha da belirginleşen su krizleri, kirlilik sorunları ve iklim kaynaklı olağanüstü hava olayları, insanların bir kısmını bu gerçeğin farkına varmaya zorladı. Ne var ki hak arama imkânı olmayan, sesi duyulmayan ya da zaten normal şartlarda bile görünmez kılınan yoksul kesimler bu süreçten en çok zarar görenler olmaya devam ediyor.

Yavaş Şiddetin Toplumsal Görünmezliği
Yavaş şiddet, doğrudan ve hızlı şiddetin aksine zaman ve mekân içinde dağılmış bir zarar üretir. Bu nedenle sorumluları belirlemek zor, mağdurları ise genellikle görünmezdir. Medya ve politika, anlık krizlere odaklanırken, çevresel bozulmanın uzun vadeli etkileri gündemden düşer. Bu görünmezlik, ekolojik sorunların “doğal” bir süreçmiş gibi algılanmasına ve siyasal sorumluluğun belirsizleşmesine neden olur.
Pierre Bourdieu’nun sembolik iktidar kavramı perspektifinden bakarak olayı daha net çözümlersek: Çevresel zararın normalleştirilmesi, güç sahibi aktörlerin çıkarına hizmet eder ve yavaş şiddet, sembolik olarak görünmez kılınır.

En Az Sorumlu Olanlar En Çok Bedel Ödüyor
Yavaş şiddetin en çarpıcı yönü, bu süreçlerin en az sorumlusu olan yoksul kesimin, en ağır sonuçlarla yüzleşmek zorunda kalması. En kirli, riskli ve çevresel açıdan en dezavantajlı bölgeler genellikle bu gruplara “yaşam alanı” olarak sunuluyor. Hatta bazı bölgeler adeta bir çöplük gibi görülüp atık depolama veya kirletici sanayi faaliyetleri için hedef haline getiriliyor. En kirli ve riskli bölgelerin çoğu zaman yoksul halka “yaşam alanı” olarak sunulması, çevresel adaletsizliğin yapısal niteliğini ortaya koyar. Ayrıca kadınlar, çocuklar, yaşlılar, engelliler ve kırsal kesimde yaşayan topluluklar, yavaş şiddetin etkilerini çok daha derin yaşayarak “çoklu kırılganlık” alanlarında sıkışırlar.

Örneğin:
Kadınların bakım emeği yükü artar.
Çocuklar beslenme ve sağlık açısından risk altına girer.
Kırsal bölgelerde geçim kaynakları kuraklık ve sel nedeniyle hızla yok olur.
Sosyal güvence eksikliği, toplumsal riskleri daha da büyütür.
Savaşlar ve patlamalar manşetleri süslerken, çevresel bozulmanın yıllara yayılan görünmez şiddeti politik gündemin gerisine itiliyor. Oysa bu görünmezlik, sorunun önemsiz olduğu anlamına gelmiyor. Aksine, etkileri çok daha kalıcı, çok daha derin ve çok daha geniş kapsamlı.

IPCC AR6 Uyarıyor: Zaman Daralıyor
IPCC AR6 Impacts, Adaptation and Vulnerability raporuna göre iklim değişikliği ekosistemi hızla tahrip ediyor ve mevcut uyum politikaları bu etkileri yavaşlatmak için yetersiz.
Rapor, acil ve güçlü bir müdahale gerektiğini vurguluyor. En etkili yaklaşım ise azaltım (emisyonların düşürülmesi) ve uyum (toplumların iklim etkilerine hazırlanması) politikalarının birlikte yürütülmesi.
Bu kapsamda öne çıkan politika alanları şunlar:

Şehir planlama
İklime dayanıklı altyapı
Su yönetimi
Yoksulluğu azaltan sosyal politikalar
Erken uyarı sistemleri

Aynı zamanda IPCC’ye göre yine dikkat edilmesi gereken nokta iklim değişikliğinin yarattığı gıda, sağlık, barınma ve geçim sorunları en çok yoksul kesimleri etkilemekte olduğu. Zaten hali hazırda yoksullukla mücadele eden kesim sorumlu olmadıkları bir felaketle yüz yüze kalıyorlar. Dayanıklı evleri olmayan, sigortaya erişemeyen, sosyal güvencesi sınırlı olan insanlar neye karşı nasıl korunmaları gerektiğini bile bilmeden tehlikenin tam ortasında kalıyorlar. Çiftçilik, balıkçılık ve günlük işçilik gibi kırılgan sektörlerde çalışanlar iklim değişikliğinden en hızlı ve en ağır şekilde etkilenen gruplar arasında.

Kuraklık → Tarım kaybı → Gelir kaybı → Yeni yoksulluk döngüsü
Türkiye özelinde tarım kaybı yalnızca ekonomik değil, toplumsal ve kültürel bir yıkım da anlamına geliyor. Kırsal bölgelerde yoksullaşma hızlanırken, kentlere göç de artıyor bu da kent yoksulluğunu yeniden üretiyor. Ayrıca Türkiye için tarım kaybı demek ciddi bir gücün ve sağlıklı geleceğin de kaybı anlamına gelmekte.

Bu konuda iklime dayanıklı tarım çok önemli bir yer tutuyor. Ayrıca iklim değişikliğine uyum sağlayacak adil politikalar düzenlenmeli ve sosyal güvence ağları oluşturulmalı. Özellikle yoksul kesimler temel alınarak zengin şirketlerin doğayı kirletme girişimlerinde adeta bir “çöp konteyneri” olarak kullandığı ülkelerin veya bölgelerin yaşam hakları savunulması gerekiyor. Tarihin de bize gösterdiği bir gerçek var ki hak talep edilmediği sürece hak elde edilmesi çok zordur. Bu yüzden gelecek nesiller için hem bireysel hem toplumsal ölçekte temiz çevrede yaşama hakkımızı hatırlamalı ve savunmalıyız.
Kendi tarımımızı yapma ve sağlıklı gıdalarla beslenme hakkımızı korumak bizim elimizde. Temiz bir çevrede yaşama hakkı, ancak kolektif farkındalık ve toplumsal mücadele ile savunulabilir. Çevresel yıkımı durdurmak, yalnızca doğayı koruma meselesi değildir; toplumu ve haklarımızı koruma meselesidir.

Nisanur Şeyda Özpolat
Sosyolog – İz- Afed Derneği gönüllüsü